• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://tr-tr.facebook.com/people/İbrahim-Tüzer/554644751
  • https://twitter.com/ibrahimtuzer

ÇIPLAK GERÇEK: ÖLÜM ve MODERN iNSAN

ÇIPLAK GERÇEK: ÖLÜM ve MODERN iNSAN


Ölüm ve beraberinde gelen düşünceler, insanoğlunun dünyayı “mekân” tuttuğundan bu yana, en büyük problemlerinden biri olmuştur. Kimilerine göre ölüm bir kurtuluş, kimilerine göre en büyük anksiyete kaynağı, kimilerine göre bir son, kimilerine göre de hayat karşısında “diri” durmanın vazgeçilmez bir koşuludur. İnsanların ölüm karşısında almış olduğu tavır, onların varlık sebeplerini kavrayışlarıyla doğrudan ilgilidir. Ne zaman ve nasıl sona ereceği belli olmayan, ama bir gün mutlaka bitecek olan bu hayatın anlamına dair herhangi bir endişesi olmayan insanın, ölüm karşısında da tükenmesi kaçınılmazdır.

Dünyadaki varoluşunu sorgulamaya başlayan insan, hayatın anlamıyla ilgili “bilgilenme”yi, diğer bir ifadeyle “farkındalık süreci”ni yaşamaya başlar. Bu süreçte insan, “var olmayı unutma” durumundan “var olmayı düşünme” durumuna geçer. Söz konusu ikinci süreçte esas olan varlığın “gidiş”i değil “oluş”udur. “Var olmayı düşünme” sınırında hareket eden insan, eşyaya ve hâdiselere sıradan hayat olayları gibi bakmaz. Kendi olanaklarını ve sınırlarını keşfederek ne olduğunun “bilincine” varır. Onun için “var olanlar” ve “varlıkta olanlar” hep birer “oluş”un devamıdır. Martin Heidegger bu duruma “otantik olma” adını verirken, “var olmayı unutma” durumuna da “otantik olmama” demektedir.

İnsanoğlunun mevcut olan diğer canlılardan farkı, sadece bir gün öleceğini biliyor olmasında değildir. En büyük fark, insanın ölümle karşı karşıya olduğunun bilincine varması ve varoluşunu ölüme doğru yaptığı yolculukta kazandığını bilmesidir. Dolayısıyla ölüm, hayatımızı “otantik” bir tarzda yaşamamız için olası kılan bir durum”dur. Her ne kadar ölümün fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm fikri insanı korur ve onun gündelik kazanımların peşi sıra tükenip yitmesini engeller.

Bu bilinçlenme sayesinde insan diğer canlılardan ayrılmakla kalmaz, beşer içerisinde de farklı bir konuma yükselir. İnsan kılığında karşımıza çıkan bir kimsenin insan olup olmadığını ölüm karşısında takınmış olduğu tavır dolayısıyla anlamamız çok zor değildir. Nitekim ölümün “insan hayatı”na katmış olduğu anlamı ifade için, Heidegger “yalnızca insanlar ölür, diğerleri telef olur” demekte ve “insan” olmanın telef olmaktan kurtulmak olduğunu dile getirmektedir.

Modern dünyanın insanlar ve eşyalar üzerindeki yıpratıcılık ve “kimliksizleştirme” çabası, etkisini en çok da ölüm düşüncesi üzerinde göstermiştir. Öyle ki modern zamanın insanı hayatın sıradanlıkları arasında körleştiğinden, ölebileceğini dahi aklına getirmez. Modern öncesi çağda ölümün “evcilleştirilmiş” olması, modern insanlar tarafından anlaşılamaz Otantik olmayan bu hayat tarzı içinde ölüm ve ölüler mekândan/kentten uzağa atılır. Baudrillard, “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” adlı kitabında ölülerin zaman içerisinde, köy ve kent merkezlerinin sıcaklığını yansıtan ve insanların bir araya toplanmak için de kullandıkları mezarlıklardan alınarak “dış”a doğru atıldıklarına dikkat çeker ve “yeni kentler ya da çağdaş metropollerde gerek fiziksel mekân gerekse zihinsel mekân anlamında ölüler için öngörülen hiçbir şey”in olmadığını söyler.

Modern insan, Victor Frankl işaret ettiği gibi ölümün bizi benliğimizin asıl gerçekliğine uyandırdığını ve “var olmayı düşünme” durumuna çağırdığını unutmuş durumdadır. Montaigne’nin çağlar öncesinde dile getirdiği “nasıl yaşanacağını öğrenmek istiyorsan ölümü düşün” nasihatinin tam tersine o, ölümü giderek hayatından daha çok uzaklaştırmaktadır. Fakat bu durum ölümün onun hayatından tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ölüm varlığını beğenilmeyen, çıplak ve önemini kaybetmiş bir “gerçek” olarak sürdürmektedir.

Gelip geçici olan kazanımların arkasını kovalayan modern zamanın insanı, hayatın “giz”ine sırtını dönmüştür. Yaşadığı müddet boyunca iç dünyasını zenginleştirmeyi değil de kısırlaştırmayı seçen bu insanın, toplum tarafından kendisine sunulanı peşinen kabul etmekten başka şansı olmaz. “Kendilik” vasfını kazanma yolundan çok uzakta olan modern insan için ölüm, “çok dar anlamlıdır. Belki anlamlı bile değildir.”

Ölümün/ölümlülüğün üstesinden gelemeyen modernite, bu büyük gerçeği göz önünden ve zihinden uzaklaştırma yollarını arar. Zygmunt Bauman’ın dediği gibi, onu başa çıkılabilir küçük parçalar halinde “akla uydurma”ya çalışır. Ölümün metafizik boyutuyla ilgilenmeyen modern insan için artık o, evcil değildir. “Kalabalıkların” mutluluğunu düşünen modern zamanın “yönlendiriciler”i ölümü vazgeçilmez bir tüketim aracı olarak görürler. Ölüm fikrini “öldüremeyen” modern insanın, bu “gerçek” karşısında başvurduğu çareler vardır. Hastalıklarla boğuşan insan, ölümün soğuk nefesini hissetmeye başlayıp yok olup gideceğini anladığında, Kierkegaard’ın ifadeleriyle söylersek, “ölümcül hastalık” olan “umutsuzluk”la baş başa kaldığında kendisini hiç çekinmeden modern tıbbın/tüketimin kucağına atar. Ölümü bu şekilde uzaklaştırdığına inanan ve “varolmayı unutma” durumunda yaşamaktan kendini alamayan modern insan, ölür gider fakat arkasında, bir yığın “tedavi” masrafları bırakır.

Modern insan için artık arkasından ağıtlar yakılan ve ölümün tevekkülle karşılandığı bir hayat tarzı söz konusu değildir. Modern zamanın insanı, ölümü ve ölümlülüğü hayatından çıkarmak için ne gerekiyorsa yapar. Baudrillard, batı kültürünün tümüyle sağlıklı olma yani yaşamı ölümden temizleyip kazıma üzerine oturtulduğunu söyler. Ölümü her ne pahasına olursa olsun sterilize etmek, örtmek, gerekmektedir. Hayattaki varoluşlarını mideleriyle orantılayan kendilerinin uzağına düşmüş olanlar ölüm fikrini “fermuarlayarak” şimdilik, hayatlarından uzağa atarlar. Böylelikle, alışılageldiği gibi gündelik işlerini yapmaya devam eden ve hayatlarının sonuna yaklaşan insanlar da “ölmek”ten ve “ölmüş olandan” rahatsız olmamış olurlar.

Hem ölümün bizzat kendisi hem de ölüm fikri, modern dünyada sıradan işler kadar dahi yer almaz. İnsanların hayatlarından sınır dışı edilen ölüm, etraftakilerin keyfini kaçırdığından müstehcen ve rahatsız edici bir şey haline gelmiştir. Çevreden geçenlerin gözleri ve duyguları rahatsız olmasın diye cenaze alayı programları bile en düşük seviyede tutulur. Böylesine “kaba” olan bir “gerçeğin”, kimliklerin ve sözcüklerin içinin boşaltıldığı “uzay-zamanı”nı yaşayan modern insanın hayatında, bir boşluktan ve hiçlikten öteye gitme şansı yoktur.

Ölüm, bu haliyle “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba”dır.