• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://tr-tr.facebook.com/people/İbrahim-Tüzer/554644751
  • https://twitter.com/ibrahimtuzer
“HOŞ/ÇA KAL” YA DA…
“HOŞ/ÇA KAL” YA DA…
 
Merhaba der demez ardından hemen “hoşçakal” demek biraz garip görünebilir. Fakat her başlangıç içerisinde bir sonu, bitişi de barındırdığından bu ayrılık sözcüğünün kullanıldığı zaman diliminin de çok önemi bulunmuyor. Önemli olan kullanılan sözcüğün anlamına dair endişeler taşımak galiba. Dilde pelesenk haline gelmiş olan bu sözcüğü günde kim bilir kaç defa savuruveriyoruz dudaklarımızdan.
 
İçi boşaltılmış sözcüklerle örgülediğimiz hayatımız, ne kadar sahici kılıyor bizleri bilemiyorum ama her dem biraz daha “kıtsch”leşmekten kurtulamadığımız çok belli.
 
Bir ayrılık, bir veda sözcüğü gibi geliyor ilk başta “hoşça kal.” Fakat bu ayrılışta, diğer ayrılmalardan farklı olan bir durum var gibi. Ayrılmak/kopmak istememek fakat mecbur olunduğundan dolayı bu ayrılışı yaşamak. Bu mecbur olana katlanılırken de geride kalan için endişe duymak ve onun “hoş” bir keyfiyet içerisinde kalmasını dilemek.
 
“Hoş/ça Kal”mak ve “Hoş/ça Ol”mak. Bu iki durum biraz birbirinden farlı gibi görünüyor. “Hoşça bir hal içerisinde ‘olma’ ” insanın kendisi için daha mümkün olan bir durum. En nihayetinde insan, kendi hayatıyla ilgili yapıp etmelerinde diğer insanların hayatlarından çok daha serbest bir alanda hareket etme imkanını elinde bulunduruyor. Bu imkanla, hayatı algılama alanından yaşama alanına geçiyor ve başka hiçbir canlıya verilmemiş olan bir durumu; “insan olma/insanî öz”ü gerçekleştirme fırsatını elde etmiş oluyor insan. İşte bu “insanî öz”, “hoşça olma” durumunu yaşamakla çok yakından ilintili gibi görünüyor bana.
 
“Hoş/ça olma” diğer bir ifadeyle “kendini iyi hissetme” hali de insanın “varlık sebebi”ni kavrayışıyla çok yakından alakalı. Hayatı farkındalık sürecinde yaşayarak, gelip geçici olanın peşi sıra gitmeyen kişi ontolojik güvenliğini de elde etmiş oluyor. Bu anlamda “hoş/ça bir hal” içerisinde olan kişi, hayatı “otantik bir tarzda” yaşayarak mutlak emniyet alanlarına yöneliyor ve karanlıkta kalmış yanlarını aydınlatma imkanını elde ediyor. Diğer taraftan, varlık sebebini umursamayarak gelip geçici olan “şey”lerin peşi sıra koşan ve hayatı “otantik olmama” sınırında yaşayanlar, maddî kazanımları hat safhada olsa bile “hoş/ça olma” durumundan çok uzaklarda olabiliyor.
 
Hayatın sıradanlığından koparak kendindeki “ötekini” özümseyen insan, içe doğru genişlediğinden hiçbir zaman aynı kalamıyor ve sürekli bir “yolculuk” haliyle değişimi yaşıyor. Bu değişimle beraber insan, ne olduğunu ve sınırlarının nerelere kadar uzandığını keşfediyor. Hakiki anlamda “aydınlanma” da diyebileceğimiz bu durumda insan, eşya ve hadiseleri farklı bir pencereden değerlendirmeye başlıyor. Ne bileyim belki “su içtiği tas ona gülümsüyor”, eşyanın arkasındaki hakikat sezilebiliyor. Çok sınırlı olduğunu “anladığı” mevcudiyeti ve yapıp etmeleriyle belki, “sınırsız olan güç”ten gelecek esintilere gözünü dikiyor. Böylelikle her “an” nasıl yeniden doğulacağını, geçmişte yaşanılanlardan kederlenmeyip, henüz gerçekleşmemiş olanlardan dolayı da endişelenmeyerek tam bir “hoş/ca olma” halini yaşıyor.
 
İşte belki bu mülahazalardan dolayı, sevdiklerimizden ayrılırken, kendimizin “hoş/ça olma”sı gibi, onların da “hoş/ça kalma”larını diliyoruz. Ama burada bence farkına varılması gereken bir nokta var. Bizler sadece onların “hoş/ça kal”malarını dileyebiliyoruz. Onların “hoş/ça ol”maları için yapabileceğimiz çok bir şey yok gibi geliyor bana. Nitekim biz, sevdiklerimiz için maddî imkanlarımızı ne kadar seferber etsek de, eğer onlar “kendi”leriyle “hoş/ça ol”amıyor ve içlerindeki “öteki”ni fark edemiyorlarsa yapılabilecek bir şey yok. Bizlerin bu noktada yapacağı maddî katkılar, hep onların kendilerince oluşturdukları ve varlık sebeplerini algılayış durumlarına göre şekil alan “mutlak güvenlik alanları”ndaki duvarlara çarpıp geri dönecektir. Dolayısıyla sevdiklerimiz bu maddî olanlar yitip gittikten sonra yine, “hoş/ça kal”amayacaklar ve ontolojik “zedelenmişliği” yaşamaya devam edeceklerdir. Belki bizler onlardan ayrılmak/kopmak zorunda kalarak, onları kendileriyle baş başa/“tek başlarına” bıraktığımız zamanlarda yapılabilecek en güzel şeyi yapıyor ve onlar için sadece iyi dilekte bulunabiliyoruz.
 
Aslında burada bir parantez açarak şunu da ifade edebiliriz belki. Halk arasında sıkça kullanılan bir cümle var. İnsanlar sevdiklerinden ayrılırken, “hoşça kal” dedikten hemen sonra, onları çoğu zaman ya doğrudan “Allah’a [emanet ol]” ya da “Önce Allah’a sonra [...]” birbirlerine emanet ediyorlar.
 
Bu da, bu noktadan bakıldığında, ilginç gibi geliyor bana. İnsanlar, “hoş/ça kal”malarını istedikleri kişileri, çok sınırlı bir alanda hareket ediyor olmalarından ve onların “hoş/ça kal”maları için çok bir şey yapamadıklarından dolayı, “sınırsız olan”ın tasarrufuna bırakmak istiyorlar belki.
 
Çoğu insan farkında olmayarak yapıyor bunu, belki toplumun ortak bilinci diyebileceğimiz bir takım arketipsel özelliklerin etkisi söz konusu burada. Ya da gelenekselleşmiş olan bir takım inanç formları. Yoksa, mikro alemden makro aleme varıncaya kadar baş döndüren bir uyum içerisinde “devam eden”, şu hayat içerisinde, bir saat sonrasından bile emin olamayan insanın 21. yy.’daki konumu daha başka olmaz mıydı?
 
Hâsılı, hoşça kalmalarını istediğimiz sevdiklerimiz için, “hoş/ça kal” demekten başka yapabilecek pek bir şey yok gibi: 

“Hoş/ça kal”ın...
 
  
3290 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın