• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://tr-tr.facebook.com/people/İbrahim-Tüzer/554644751
  • https://twitter.com/ibrahimtuzer
Üyelik Girişi
Videolar
Ziyaretçi Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam17
Toplam Ziyaret2794435
Söze Döktükleriniz...
Furkan (08/05/2014 00:29) Konu: Makale yazmak Mesaj: Merhabalar , iyi günler. Ben Kocaeli Üniversitesi''nde Edebiyat bölümü okuyorum. Sitenizi çok yararlı buluyorum. Sizden bir ricam olacak. Ben yeni türk edebiyatı ilk sınavından malesef düşük not aldım. Finalde ise Oktay Anar''ın Puslu Kıtalar''ı üzerine bir makale yazacağız. Sizce neler yapabilirim ? Nasıl yapmalıyım ? Yardımcı olursanız sevinirim. Teşekkür ederim , iyi günler dilerim.

***

Hanife Yurtalan Abalı (16/04/2014 12:19) Konu : ... Mesaj : İç çekişmelerin can çekişmelerine döner ya bazen. hani bir nefes alırsın uzunca bir nefes, tutarsın içinde. Ardından kocaman bir boşluk... Hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk. her şeyi o iki nefes arasına sığdırıp acılara bir çalım atıp bir çırpıda geçmek ister gönül. ne ölüler yaşar ne ölenler dirilir iç çekişmelerinde. insan nefesinde boğulmak ister bazen nefes almak değil. insanın kendine yaptığı zulümden başkası zulüm değildir. bu yüzden öce insan kendini terk etmeli. bazen açıp akıyorum bu siteyi huzur buluyorum hocam bir edebiyat insanı olarak etkiniz büyüktür bende az bir zaman dilimini paylaşmış olsak da dahi. hayatımı edebiyatla yaşamak isterken edebiyatın en uzağında kaldım. her zamanki gibi hayatta en istediğim şeyin en uzağına düştüm. insan istediğiyle istemediği şekilde imtihan oluyor malum ama insan alışıyor. muhabbetle...

***

meltem cebeci ayar (06/01/2014 15:33) Konu : sayın hocama Mesaj : Öncelikle sitenizi yakından takip ettiğimi belirtmek isterim.Her ne kadar artık buralarda olmasanız da sizin Kırıkkale Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı öğrencilerinin içinde yaktığınız ışığı şimdi bizde öğrencilerimize yansıtıyoruz.Işık başka bir mumu yakmakla eksilmez ışığınız hiç eksilmesin, başarı peşinizi bırakmasın. "Çok teşekkür ederim Meltem. Daim selam ve muhabbetle..."

***

Burak Yıkılmaz (05/12/2013 16:36) Konu : başarı Mesaj : Merhaba hocam tekrar ülkemize hoşgeldiniz inanın biz öğrencileriniz sizi çok özledik.

***

Kübra (13/05/2013 20:25) Konu : teşekkür mesajı Mesaj : iyi günler hocam ben Kırıkkale’de görevli oldugunuz zaman edebiyat bölümü ögrencisiydim şu anda kayseride okuyorum edebi anlamda sizden ciddi bilgiler ögrendim ve yeni türk edebiyatına olan tutkumda sizinle başladı amacım sizin kadar büyük işler yapmak bana kazandırdığınız düşünceler için çok teşekkür ederim saygılarımı sunarım

***


ANASAYFA

 

“Türk edebiyatı” Yerine Dolaşıma Sokulan Söz Gruplarının Zihin Dünyamda Bir Karşılığı Yok!.. Uzun süredir devam eden “Türk edebiyatı” ‘kavramı’ yerine kullanılan “Türkçe edebiyat”, “Türkiye edebiyatı”, “yerli edebiyat” tartışmasını ve tarafların ileri sürdüğü fikirleri takip ediyorum. Görüyorum ki meselenin esası gözden kaçırılarak konu ideolojik bir zemine indirgeniyor. İdeoloji söz konusu olduğunda kolaylıkla sahici ve nitelikli olan her ne varsa gözden kaçırılmış olur maalesef. Halbuki dil ve buna ilişkin değerler, insanın temel varlık şartlarından biridir. Nasıl ki dünyaya sahici bir biçimde temas etmek ve bu yer yuvarlağından gelip geçerken biricikliğimizin tesisi adına dünya içerisindeki yerimizi anlamaya/anlamlandırmaya mecbursak dil/imiz hakkında da bir farkındalığa ulaşmak zorundayız. Bu farkındalık aynı zamanda içerisinde doğduğumuz coğrafyanın, medeniyetin, kültürün ve edebiyatın da ayırdında olmak demektir...
“Hani sordunuz ya “metin yorumunda çerçeveyi nasıl kuruyorsunuz diye?” İşe biraz buradan başlamak gerekiyor gibi geliyor bana. Elbette edebiyat biliminin kuramları bize burada yol gösteriyor; ancak sanatla, sanatkârla, okumak ve düşünmek eylemleriyle ilişkisini işarete gayret ettiğim çerçevede tesis etmiş birisinin bakış açısı da farklı olacaktır. Farkındalığa ulaştığımızda edebî eserler de bize farklı bir alanda âdeta görünmeye, ışımaya başlar. İşin kuramsal tarafı ondan sonra gelir. Dünyadaki bulunduğu yeri, soru sormadan, günübirlik yaşayarak gündelik kazanımları önemseyerek geçiren bir insanın okuduğu bir edebi eseri anlamlandırarak derinlikli bir biçimde yorumlaması ne derecede mümkün olabilir?..”
şiir/yorum dünya üzerinden gelip geçerken insanın tekinin macerasını şiir türündeki eserlerden hareketle anlama/yorumlama gayretiyle meydana geldi. Bir yanıyla okuyarak dünya içerisinde var olma ve yeni anlam alanlarına ulaşma çabası diğer yanıyla yazarak bu anlamı görünür kılma gayreti böylesi bir çalışmanın merkezini oluşturdu. Kitapta; farklı zamanlarda yazılmış ancak aynı gayenin etrafında, kimi zaman akademik kimi zaman da popüler dergilerde yer bulmuş yazılarla “şiir”ler “yorum”lanıyor. Recaizâde Mahmut Ekrem’den Tevfik Fikret’e, Mehmet Âkif Ersoy’dan Yahya Kemal Beyatlı’ya, Ali Mümtaz Arolat’tan Necip Fazıl Kısakürek’e, Cahit Sıtkı Tarancı’dan Yavuz Bülent Bakiler’e, Cahit Külebi’den Âşık Sadık Doğanay’a, Turgut Uyar’dan Cahit Zarifoğlu’na, Sezai Karakoç’tan İsmet Özel’e ve Mahmud Derviş’e uzanan bir şiir evreni üzerine yazılmış yazılar, yazarının da düşünsel macerasına tanıklık ediyor. şiir/yorum daha evvel yayımlanan anlatı/yorum’la birlikte muhataplarını yeni yolculuklara çıkarıyor.
anlatı/yorum dünya üzerinden gelip geçerken insan tekinin macerasını anlatı türündeki eserlerden hareketle anlama/yorumlama gayretiyle meydana geldi. Bir yanıyla okuyarak dünya içerisinde var olma ve yeni anlam alanlarına ulaşma çabası diğer yanıyla yazarak bu anlamı görünür kılma gayreti böylesi bir çalışmanın merkezini oluşturdu. Ahmet Midhat Efendi’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Halit Ziya Uşaklıgil’den Ömer Seyfettin’e, Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na, Sabahattin Ali’den Sait Faik Abasıyanık’a, Tarık Buğra’dan Kemal Tahir’e, Oğuz Atay’dan İhsan Oktay Anar’a, Sevinç Çokum’dan Safiye Erol’a, Mustafa Kutlu’dan Nazan Bekiroğlu’na, Stefan Zweig’dan Umberto Eco ve Cengiz Aytmatov’a uzanan bir anlatı evreni üzerine yazılmış yazılar, yazarının da düşünsel macerasına tanıklık ediyor. anlatı/yorum muhataplarını yeni yolculuklara çıkma adına yola koyabilme imkânını da içinde barındıran metinleri içeriyor.
Bahtiyar Aslan ile Edebiyat Sosyolojisinin meselelerini, İsmet Özel'i, Fikret Ürgüp'ü ve insana dair pek çok hususu konuştuk. "Türk Edebiyatı"anın Eylül sayısında...
Her kitap, yeni bir umuttur bu dünyada... “Edebiyat Sosyolojisi-Edebiyata Sosyolojiden Bakmak” adlı kitabımız raflardaki yerini aldı. Edebiyat-Sosyoloji İlişkisi, Edebiyat Sosyolojisinin Ana Unsurları ve Edebî Eserde Tema, Yapı ve Dilin Sosyolojik İmkânı: Sosyolojik İçerik Analizi gibi hususları kendi içerisinde alt başlıklarla incelemeye gayret eden çalışma, yerli bir edebiyat sosyolojisinin oluşmasına yönelik tekliflerden de meydana geldi. Muhatabına hayırlı olması dileğiyle...
Sait Faik Abasıyanık'tan Ahmet Hamdi Tanpınar'a; Asaf Halet Çelebi'den Nazım Hikmet Ran'a uzanan dostluk köprüsünü sadece doktor olarak değil poetik bir akrabalık olarak da kuran bir sanatkâr...
Sabahattin Ali hakkında soğuk savaş döneminin ayrıştırıcı ve çatışmacı ortamının yönlendirdiği iki keskin söylem var; birinciler onu “Savaşçı”, “gladyatör”, “ordubozan”, “işçi-köylü sınıfının yenilmez öncüsü”, “sosyalist savaşçı”; ikinciler ise “Bolşevik”, “komünist”, “Hain”, vb. sıfatlarla tanımlar ve tavsif eder. Oysa ki Sabahattin Ali bunların hiçbiri değil; o, hassas yüreğiyle bütün insanlığı seven ve küçük yaşta yetim bıraktığı Filiz’ini “üzülmesin!” diye uhrevi Âlemden –Hâlâ- seyreden tedirgin bir düş gezginidir...
...İsmet Özel, çok erken yaşlardan itibaren hayatı kendi için dokunulur kılmak adına gayret ortaya koyan bir sanatkârdır. Dünyanın içerisine doğduktan sonra “merak bir devrimcinin hazırlığıdır” diyerek “insanların bütün sabahlarını merak” etmeye başlar. Ona bu yolculuğunda eşlik eden çok esaslı bir tavır vardır: Sahicilik arayışı… Özel, insani ilişkilerden tutun da “vatan” bellediği bu topraklar üzerinde olup biten her hadiseye diri duran, uyanık kalan bir bilinç ile “sahicilik” esaslı bakmaya ve anlamaya gayret gösterir. İşte bu noktada şairin metafizik algısı devreye girer. Derinlikli bir göz ile kendisine içerden baktığı ve intihar eden birkaç arkadaşı ile paranoyadan, şizofreniden mustarip birçok arkadaşına ithaf ettiği Waldo Sen Neden Burada Değilsin? adlı otobiyografisinde bu metafizik dünyanın sınırlarını işaret eder. Onlara isabet eden yıldırımın kendisine çarpmamasını ise “önce şiir binasının saçağı altına sıçrayacak ataklığı göstermiş olmasına ve sonra...
Her kitap, yeni bir umuttur bu dünyada... Doç. Dr. Ayşe Demir ile birlikte uzun süredir üzerinde çalıştığımız tercüme kitabımız raflardaki yerini alıyor. Edebiyat kuramlarına ilişkin yeni ve farklı bakış açılarının neredeyse tamamına yakınının bir araya getirildiği kaynak bir metni Türkçeye kazandırmış olmanın mutluluğu içerisindeyiz. Muhatabına hayırlı olması dileğiyle.
Savaşlar insanların sadece sahip olduklarını değil umutlarını, geleceklerini, hayallerini de tüketir ve onlarda telafisi mümkün olmayan yaralar açar. Bu toplumsal yıkıma maruz kalındıktan sonra artık içerisinde bulunulan mekânların da farklı ruh hâlleriyle anlamlandırılması söz konusu olur. Şayet ne için savaşıldığı ya da canın feda edildiği bilinci elde edilememiş ve “boşunalık duygusu” içerisine girilmişse yaşanılan ülkenin de toprağın da anlam alanı değişir. Bu durumda insan, içerisinde yer aldığı mekânlarda ruhunun nefes alabileceği alanlar oluşturamaz. Diğer taraftan, savaşlarda ne için can verildiği bilincine ulaşılmış olsa ve ölüm, ulvi gayeler uğrunda seve seve girilen bir gül bahçesi olarak kabul edilse bile geride kalanların hüznün, gözyaşının ve umutsuzluğun kucağına düşmekten kurtulmaları pek mümkün olamaz. ..
Bir milletin büyüklüğü, sahip olduğu edebiyatının içerisinde meydana gelmiş derinlikli anlam alanlarına ulaşabilen şaheserler ve nesilden nesle aktarılarak sonraki kuşaklara ulaştırılan başyapıtlarla da ölçülebilir. Hem fert hem de toplum planındaki “yaşanmışlıklar” olarak adlandırabileceğimiz tüm hevesler, hayal kırıklıkları, zedelenmişlikler, ümitler, başarılar, tecrübeler ve dahası, sanatkâr muhayyilesinden adetâ ilmek ilmek örülerek sanat eserine dokunur. Dikkatli bir nazar ile bakılıp kelimelerin dile gelen çoğul anlamlarına kulak verildiğinde bütün bir milletin sanat eserine damıtılmış olan maddi-manevi macerasını ve trajedisini görebilmek mümkündür. Tarihin her kesitinde kendi neslinin ve döneminin sesi soluğu olabilen nitelikli eserler bu yönüyle ele alındığında zamanın ötesine geçer ve her dönemde okunup anlamlandırılabilecek bir yapıyla yeni okur ve muhataplar arar.
Hep yarımdır insan; ne zaman tamamlanır bilinmez. Hasretini çeker, heves eder ve arzular aklına, gönlüne düşeni. Gözün gördüğü, hayallerin resmettiği ne varsa hep doldurur insan dünyasını. Doldurur ve parçası olduğu bütün’e doğru meyleder sürekli. Neyin parçası olduğu, hangi bütünün yarısında kaldığı, nasıl tamam olacağı muammadır hep ona. Bu bilinmezin ardına düşer ve ayrı kalışın sızısı hiç terk etmez insanı. Sıcak, sımsıcak yuvaya duyulan özlem gibi hep bütünün, tamam olmanın hasretini çeker insan.
Biriktiren bir varlıktır insan. Üst üste kor, yan yana dizer, tasnif eder, sıralar ve biriktirir etrafını çepeçevre saran her ne varsa. Elin tuttuğu, gözün gördüğü nesneler değildir sadece birikenler. Acıyı da hatırayı da özlemi de hevesi de yenilgiyi de biriktirir insan. Tüm yaşanmışlıklar her biri ayrı renkte birikir insanın içinde. Aklıyla algılar, gönlüyle hisseder ve çağıl çağıl olur insanın dünyası. Elbette hissedebilen, fark edebilenlere has bir tavırdır bu. Kalbin ve ruhun alanında var olabilmenin, gerçek zenginliğe ulaşabilmenin; dış’ta değil iç’te çoğalmanın bir yoludur bu.
İnsanoğlunun nasıl bir dünya içerisinde yaşıyor olduğunu fark etmesi, hayatının gidişine yön verebilmesi için en evvel aşılması gereken çetin bir yol olarak karşısında durur. Nefes alıp vermek, temel ihtiyaçları karşılamak ve diğer insanlarla bir arada yaşıyor olmak insan teki için aslında "yaşamak" anlamına gelmez. İlahi buyruklardan kadim öğretilere; temel felsefi doktrinlerden bireysel aydınlanmaya yönelik farkındalık oluşturmaya gayret gösteren tüm disiplinlerde esas olarak işaret edilen aslında insanın kendi biricikliğini ve yaşadığı dünyanın sahiciliğini fark etmesidir. Çünkü insan, bunu başarabildikçe "insan" olabilmekte; dahası bu farkındalık sınırının içerisinde oldukça da "insan" kalabilmekte ve hissedebilen bir kalbin sahibi olmaktadır.
... Fikret, trajedilerin insanıdır. Onun için sık kullanılan sevdiğim bir tanım cümlesiyle söyleyeyim: “Marazi hassasiyeti olan bir şair”dir. Ben bu marazi hassasiyeti Fikret’i olumsuzlamak için söylemiyorum. Marazi hassasiyet olmadan sanatkâr olunamaz. Marazi hassasiyetli olmadan derinlikli şiirler yazılamaz. Bir şairi, bir sanatkârı derinlikli alanlara taşıyan bu yönleridir. Bizim büyük şair olarak nitelendirdiğimiz kime bakarsanız bakın, bu hassasiyet vardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’da vardır. Sezai Karakoç’ta vardır. Turgut Uyar’da vardır. İsmet Özel’de vardır. Yani bu marazi hassasiyet, insanları sürekli olumsuzlayan bir taraf değil, insanların kendi ruhsal tarafıyla, şairlerin kendi metafizik algılarıyla, varlık algılarıyla ilgili olan bir husustur. Onları sıradan olan tüm işlerden ve herkeslerden ayıran en temel yanlardan biridir. Bu yüzden sanatkarların bu yönünün önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum.
...Şu günlerde kendimle ilgili bazı endişelerim var. Belki bu endişeler sesime aksetmiş ve kesinlikle 'kalbime aşina bir dil' olarak gördüğüm kardeşime "dert" olmuştur. Maddî sıkıntılar, gündelik koşuşturmalar, yetişilmesi gereken yerler, sıradanlaşmış alışkanlıklar, mecburi kabuller, herkes birbirinden çok memnunmuş ve herkes mutluymuş şeklinde oynanan 'mışlı' oyunlar, birbirine çekilen peşkeşler vs. vs... Tüm bunların ötesinde ben, yani kendim. Ve ihtiyacım olan sahicilik... Ya da en sahici olanla aramda açtığım mesafe ve kapamaya çalıştığım boşluklar...
... İçi boşaltılmış sözcüklerle örgülediğimiz hayatımız, ne kadar sahici kılıyor bizleri bilemiyorum ama her dem biraz daha “kıtsch”leşmekten kurtulamadığımız çok belli. Bir ayrılık, bir veda sözcüğü gibi geliyor ilk başta “hoşça kal.” Fakat bu ayrılışta, diğer ayrılmalardan farklı olan bir durum var gibi. Ayrılmak/kopmak istememek fakat mecbur olunduğundan dolayı bu ayrılışı yaşamak. Bu mecbur olana katlanılırken de geride kalan için endişe duymak ve onun “hoş” bir keyfiyet içerisinde kalmasını dilemek...
...Tevfik Fikret her şeyden evvel dünya ile intibak etmek arzusunu taşımış olan bir şairdir. Bu arzusunu gayrete dönüştürdüğü yerde ise devreye varlığı, kâinatı, eşyayı kabulleniş biçimi girmiş; bu da, yukarıda işaret çalıştığım gibi, varlığı adlandırırken kullandığı dile yansımıştır. Diğer bir ifadeyle söyleyecek olursam yaşadığı dünyanın nesnelerinden, eşyalarından, olaylarından hareketle kendine bir anlam alanı meydana getirememiş; yeni bir kelime dünyası içerisine girerek şair beninin dünya ile olan ilişkisine dair söylemek istediği sözü, daha derinlikli söyleyebilecek yeni malzemelere ihtiyaç duymuştur. İşte bu malzeme, şiirini inşa ettiği dilidir...
Neyi unutur ki insan? diye sormuştum yazının başında. Şimdi verilen cevaplara şunu da eklemenin tam vakti: Bu dünyadan bir kez geçeceği bilincini taşıyan, hissedebilen, soru sorabilen, sahicilik arayışında olan ve fark etme yetisini köreltmeyen insan unutmaz. Unutamaz. Tıpkı Oğuz Atay’ın kahramanları gibi. Bilince, eşyaya, varlığa ve hatıralara sinen tüm yaşanmışlık hiçbir zaman unutulmaz…
Hayatının merkezine nasıl bir dünyada yaşıyor olduğunu anlama ve bilme gayretini koyan insan, tefekkürün sınırlarına doğru bir yolculuğa da çıkmış olur. Bu yolculuğa esas teşkil eden çıkış noktası, merkezinde bireyin kendi olmak kaydıyla tüm nesneleri ve hadiseleri derinlikli bir bakış açısıyla yorumlamak ve olup bitene bireysel bir nazar ile yön vermek endişesidir. Bir kez bu yola çıkıldığında ise artık eskisi gibi olunamaz ve yeni bir insan olarak yola devam edilir. Sözünü ettiğim bu gayret, özelikle sahip olduğu muhayyileden hareketle hayatı yorumlamaya çalışan sanatkâr için biraz daha derinlik ve nitelik arz eder. Hayalinde canlı tuttuklarını tefekkür ufkuyla bütünleştirip gerçekte varolana dair bilinç kazandırma amacında olan sanatkâr, hayatı bir bütün olarak görmeye, okumaya, yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışır.
Cem Yılmaz'ın başrol oynadığı son dönemin dikkat çeken filmlerinden "İftarlık Gazoz"u bu gün ben de seyrettim. Gösterime girdiği 29 ocaktan bu yana hem görsel hem de sosyal medyada hakkında olumlu ya da olumsuz yapılan bir yığın yorumu kenara bırakarak gözden kaçan ve kimsenin dikkatini çekmeyen bir noktaya işaret etmek istiyorum. Filmde "devrimci" kimliğiyle yer alan karakterlerden Hasan, iki ayrı sahnede İsmet Özel'in "Amentü" adlı şiirinden dizeler okuyor. Bu sahnelerin ilkinde oyuncu; "İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam bu sözün sözler içinde bir yeri vardı ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman bu söz asıl anlamını kavradı"
...asıl önemli mesele, inandığını yaşayan yaşadığını da şiirlerine bilinç ve direnç olarak aksettiren Mehmet Akif'ten geriye kalan tavrın, küllerinden tekrar doğan bir milletin çocukları tarafından anlaşılıp anlaşılamayacağıdır…?
"...Kimlik, insanın soru sormaya başladığı andan itibaren oluşturmaya ve yavaş yavaş örgülemeye başladığı bir kozadır. İnsanın ne zaman soru sormaya, merak etmeye başlayacağı ise kendi varlık algısıyla ilgilidir... Kimlik bilincimiz, dil bilincimizden kesinlikle ayrı duran bir husus değildir. Dilimize sahip olduğumuz, dil bilincini derinlikli bir alana taşıyabildiğimiz oranda kimlik bilincine ulaşabiliyoruz. Dil söze gelmektir. Dil görünür olmaktır. Kimlik de görünür olmak değil midir? Bizler görünür olabilmek için bir kimlik ihtiyacı içerisine girmiyor muyuz?... "Kelimeler bizim kimliğimizdir. Derinlikli düşünebilmemiz sahip olduğumuz kelimelerle ilgilidir."
Maddi gerçekler… İnsanı dünyayı asılı bırakan gerçekler… Her birimizi çok değerli, kıymetli, biricik hissettiren gerçekler… Olmazsa, hiçbir şeyin anlamı kalmayacakmış düşüncesini zihnimize saplayıveren gerçekler… Değeri sadece sahiplenildiğinde artıveren gerçekler… Mülk edinildiğinde kıymet kazanan gerçekler… Yükte hafif pahada ağır gerçekler… Aslında yok hükmünde olan sanal gerçekler… Gölgesi aslından çok daha fazla itibar gören yalan gerçekler… Sahtesi gerçeğinden çok daha huzur verdiğine inanılan mış gibi gerçekler…
Doç. Dr. İbrahim Tüzer’in yayımlanan son eseri Ahmet Mithat Anlatılarında Kimlik İnşası ve Modernizm, Önsöz ve Giriş dışında üç ana bölümden oluşmaktadır. Ahmet Mithat’ın bütün edebi eserlerini inceleme alanına alan bu çalışmanın temel amacı, yazarın modernizmle birlikte ‘yeni insan’ın kimliğini eserleri üzerinden nasıl yansıttığını ortaya koyabilmektir.
II. Meşrutiyet sonrası meydana gelen edebî faaliyetler, edebiyatımızın gelişmesine olumlu yönde tesirde bulunurken dönemin sanatkârları da kalem tecrübeleriyle farklı türlerin edebiyatımıza yerleşmesine katkı sağlamışlardır. Bu dönem, Servet-i Fünûn topluluğunun etkisinin devam etmesi, Milli Edebiyat’ın hazırlık safhasında olması, Nâyîler ve Nev- Yunanîlik gibi kısa da olsa farklı edebî endişeleri taşıyan sanatkârları bünyesinde bulundurması bakımından önemlidir. Dönemin derinlikli bir biçimde anlaşılması için devrin şair ve yazarlarını daha yakından incelememiz ve onların eserlerini detaylı bir tahlile tabi tutmamız gerekmektedir.
Mustafa Necati Sepetçioğlu çocukluk yıllarından itibaren kendini, sadece maddi yanlarının değil ruhunun da sarıp sarmalandığı bir muhitin ve mekânın içerisinde bulur. Zile'de dünyaya gelen yazarın maddi dünyasını geçmişine, kültürüne ve toprağına derin köklerle bağlı bulunan dedesi Hacı Mustafa Efendi doldururken gönül dünyasını da Zile'nin birer tapu senedi olarak kabul ettiği evliyaları ve tarihi şahsiyetleri doldurur. Sepetçioğlu, 1986 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide işarete çalıştığımız bu hususa şöyle dikkat çeker:
"Ahmet Mithat, üzerinde yaşadığı topraklar için kırılma sayabileceğimiz kendi yüzyılındaki "yenileşme"yi, gelecek adına esaslı bir kimliğin inşası için fırsat olarak görmüştür. Bu kimliğin özünü ise Batı dünyasının özellikle ilim ve teknik sahada insanlığa kazandırdıkları ile asırlar boyu Doğu medeniyetinin temel dinamiği olan adalet, ahlak, insan sevgisi gibi değerler oluşturmaktadır. Tüm bunları bir sentez haline getirerek anlatılarındaki kimi kahramanlarına hayat veren yazar, okurlarının da buradan hareketle şekillenmesini ve "yeni kimlik"e ilişkin insanî değerlerle yüklenmesini istemiştir. Fikrî yazılarından hikâye ve romanlarına, öğretime yönelik kitaplarından tiyatrolarına kadar hemen her yazdığı eserde, girilen yeni medeniyet dairesinde nasıl yer alınması gerektiğine dair modeller ortaya koyan Ahmet Mithat, toplumda yanlış Batılılaşma ya da alafrangalaşmanın yaşanmaması için büyük uğraş vermiştir..."
İsmet Özel, ilk şiir kitabı olan “Geceleyin Bir Koşu”daki kimi metinlerde, bir ergen olarak beni’nin dünyaya nasıl konumlanacağının işaretini vermektedir. Fakat bu işaretler, henüz 18–22 yaş aralığını yaşayan bir ben’in, yaşanılan zaman içerisinde tam olarak açılım bulamayarak kargaşa içerisinde olduğunu ve bir tür huzursuzluğu yaşadığını imlemektedir. İmajinatif söyleyişin doruğa ulaştığı ve imgelemin tüm canlılığıyla ortaya konduğu bu şiirlerde Özel, pek çok şairin kullanmaya cesaret edemeyeceği ve vurgulamaktan kaçınacağı hem bedenini hor gören bir söyleyişi hem de cinsellikle ilgili kavramları şiirinin sınırları içerisine dâhil etmektedir.
Kentlerin birer yaşam alanı olarak ortaya çıkma- sından bu yana üzerinde sürekli tartışıla gelen konu, kent-medeniyet ilişkisidir. Asırlar evvel bu konu üzerine sarih bir biçimde fikir ileri süren İbn Haldun (1332–1406), “bedevîlik - hadarîlik” şeklinde adlandırdığı “göçebe/kır” ve “yerleşik/ kent” hayatının temelinde ekonomik sebeplerin yer aldığını ifade etmekte; “toplumların ahvalin- de görülen farklılık, sadece onların geçim yollarının farklı oluşundan ileri gelmektedir.
Çağdaş Filistin şiirinin önde gelen temsilcilerinden Mahmud Derviş de doğup büyüdüğü Filistin topraklarında meydana gelen sadece soykırıma değil, insanî onurun ayaklar altına alındığı her türlü baskı ve zulme karşı bir şair duyarlılığıyla sesini yükseltmiştir. Yaratıcı muhayyilesini baskılayarak ruhunu köşeye sıkıştırmak isteyen kör noktalara şiirin poetik alanında yer verdiği radikal imgelerle direnç gösteren Derviş, böylelikle varoluşuna ilişkin bilinç düzeyini de yükseltmiş ve ruhuna özgürce nefes aldırabileceği alanlar elde etmiştir.
...Şehir ve Medeniyet konulu uluslararası şiir ve edebiyat yarışma projesinin amaçlarından biri de şehirlere ruh veren mimarlık mekânlarını edebiyat aracılığıyla yeni anlam zenginliklerine kavuşturmak olacaktır. Dolayısıyla ikisi de güzel sanatların alanına giren mimarlık ile edebiyatı buluşturarak sanat âleminde bu güzelliklerin en iyi şekilde ifade edilmesine kapı aralanmış olacaktır. Söz konusu ettiğimiz edebiyat ve mimari etkileşiminin önemli örneklerinin varlığı bilinmektedir. Mesela Yahya Kemal’in ‘’Süleymaniye’de Bayram Sabahı’’ şiirinin, bir mimarlık ürününün sırlarını keşfetmemize vesile olduğunu hatırlayabiliriz...
Zahide Ülkü Bakiler ile "Okuma Kültürü ve İnsan" üzerine yaptığımız "Yeni Güne Merhaba" adlı TV programının kayıtlarına aşağıdaki linklerden ulaşmak mümkündür. Tüm dostlara selam ile...
İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İbrahim TÜZER, 2012 Ağustos – 2013 Ağustos tarihleri arasında misafir öğretim üyesi olarak görev yaptığı University of Texas at San Antonio’nun akademik ortamlarına ve Amerika’nın farklı eyaletlerindeki gündelik hayata ilişkin gözlemlerini paylaştı.
Sinemanın da aynen edebî bir metin gibi okunabileceğini yeni yeni algılıyorum. Beyazperdenin, kurmaca âlemin, netleştirmeye çalıştığım bu algı seviyesinden bakınca kaleme alınmış bir roman, hikâye ya da şiir metninden farksız olduğunu görüyorum. Çünkü sözünü ettiğim bu "oluşum"ların her birilerinin de arkasında duran insan bize göz kırpıyor. Öyle zannediyorum ki esas mesele bu insanı, madde/mana boyutuyla vücut bulan bu terkibi ortaya çıkarmak ve onun yapabilirlilik sınırlarını yoklamak; insan merkezli, yaşanmışlıkarın, zedelenmişliklerin, yücelmişliklerin altını kalın çizgilerle çizmek. Hal böyle olunca okunacakların sınırları öylesine genişliyor ki sadece iki karton kapak arasına sıkışıp kalan kitaplardaki bilgiler değil; hayatın, kendi 'ben'lerimiz etrafında olup biten hadiseleri ve dünyalarımızda toplaşan nesnelerin de tekrar okunması, yeniden algılama ve sorgulama süzgecinden geçirilmesi gerekiyor...
...Sanatkarları neden anlamak zorunda olduğumuz sorusu, insanı ve ona dair hususiyetleri neden anlamak/“bil”mek zorunda olduğumuz meselesiyle aynı ciddiyetle karşımızda ışıyor aslında. Çünkü evreni, dünyayı ve ben’i etrafında meydana gelen hâdiseleri algılama seviyesine göre insan, hem insanîlik vasfını kazanarak yüceliği elde etme hem de kendine/kendiliğine yabancılaşan bir canlı olarak özellikle ruhunda tıkanmışlıklar meydana getirebilme potansiyeline sahiptir. Sadece insana has olan düşünme yetisi, hayatı ve içerisinde yer alan nesneleri anlamlandırırken onun dünya içerisinde bulunan diğer canlılardan farklı bir konuma yükselmesine yardımcı olur...
GÜNEŞİN DOĞDUĞU TOPRAKLARA DÖNÜŞ... Güneşin doğduğu topraklara dönüyoruz... Yeni ufuklar, bireysel tecrübeler, yaşanmışlıklar, hatıralar, hüzünler, dostluklar ve heybemizde bir yığın renkle... Güneşin altındaki tüm dostlara selam ile...
Mehmet Akif Ersoy da yukarıda işaret etmeye çalıştığımız sanatkâr muhayyilesine ve duyarlılığına sahip olan, varlığının dünya içerisinde nasıl konumlanacağına dair endişe taşıyan bir insandır. İçerisine doğmuş olduğu dünyada, sadece milletinin sıkıntılarını fark etmekle kalmamış kendi beni'ni bütünüyle huzursuzluğa sevk eden karanlık noktaları, çıkmazları ve zedelenmişlikleri bir bir netleştirerek aydınlığa kavuşturmak istemiştir. Şairin bu gayreti, kalbiyle aklının bir bütün olarak hareket etmesine meydan vermiş ve Akif kendi gerçekliğini, diğer bir ifadeyle biyografisini yaşarken akıl ve kalp uyumsuzluğunun varacağı yitim alanlarından da uzak durmuştur.
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB), 2014 yılı "Yılın Yazar, Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri”ni açıkladı. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. İbrahim TÜZER, "Ahmet Mithat Anlatılarında Kimlik İnşası ve Modernizm" adlı eseriyle “İnceleme” dalında ödüle layık görüldü.
"Benim de doğup büyüdüğüm, havasından ve suyundan istifade ettiğim, her ayrılışımda gönlümün de diğer yarısını bıraktığım memleketimden Cahit Külebi, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Aşık Sadık Doğanay ve daha bir çok sanatkarın yetişmiş olması, toprağımla aramda kurmuş olduğum aidiyeti bir kat daha arttırıyor. Bu “bir toprağa ait olma duygusu”, “memleketim” diyebildiğim Zile'nin tarihiyle, kültürüyle, geleneği ve birikimleriyle birleşince, gurbetin her anlamıyla hissedildiği büyük kentlerde yitip gitmeme engel oluyor ve kendimin uzağına her düşüşümde toprağa bağlanmış olan taraflarım beni sımsıkı sarıp sarmalayıp tekrar “diri” kılıyor...."
Kıymetli dostlar, Akademik bir toplantı nedeniyle Kırgızistan’a yaptığım seyahatin henüz başlangıcında bagajımı kaybederek çok ciddi sıkıntı yaşamama sebep olan ve sonrasında büyük bir sorumsuzluk örneği sergileyerek müşteri memnuniyetini hiçe sayan TÜRK HAVA YOLLARI’nı (THY) kınıyorum. Sizleri de “DÜNYA MARKASI” sloganıyla yola çıkarak Türkiye adına faaliyet gösteren ve milletimize ait olan bu büyük kurumu, daha dikkatli davranması ve özellikle kendi vatandaşlarına daha iyi hizmet vermesi için uyarmak adına...
Yahya Kemal doğduğu topraklar, yetiştirilme şekli, aldığı eğitim ile uzun yıllar Doğu-Batı arasında kalacak şekilde bir sentezin geliştiği yaşam çizgisine sahip olur. Batılı bir yaşayış biçimini benimseyen babasının aksine, Türkistan kültürüyle yetişen annesinin anlayış tarzı arasındaki fark iki ayrı zıt eğilimin ortasında kalmasına neden olur. Türk-İslam yaşayış biçimini sürdüren Üsküdar’ın aksine daha sonra yerleştikleri Selanik şehri Osmanlı Devleti’nin en alafranga şehirlerinden biridir.
The University of Texas at San Antonio (UTSA) The Laboratory for the Sociology of the Arts, Culture, and Communications (SACC) invites you to a “Brown Bag” presentation with Assoc. Prof. Dr. İbrahim TÜZER, 2012-13 Visiting Scholar. Dr. Tuzer will present his work on: A Comparative Reading in the Sociology of Literature: The Sound and the Fury by William Faulkner and Kiralık Konak (Mansion for Rent) by Yakup Kadri Karaosmanoglu Friday, April 26, 2013 1:00 P.M. - 1:50 P.M., in the Hidalgo Room - HUC 2.214
"...Aynen Aytmatov’un eserindeki “ceset tuzaklar”ı oluşturarak parçalanan masum çocukların bedenleri üzerinden şehvanî zevk duyanlar gibi, hemen yanımızda ve aynı zaman dilimini paylaştığımız insanlar da 1 yaşındaki bebeğin kalbine kurşun sıkarak kinlerini, nefretlerini dindirmiş, tatmin olmuşlardı. Hamile kadınların karnındaki bebekler henüz embriyo aşamasındayken Aytmatov’un eserindeki gibi annelerine işaret göndermişler miydi bilemiyoruz fakat bu seferki kötülük, bir edebî eserin kurmaca boyutunda değil daha evvelki vahşetler gibi gerçek zamanda ve yeryüzünde meydana gelmişti. Ve ben bir kez daha sanatkârların, mitolojinin, sanat eserlerinin gücüne ve varlık şartlarımız üzerine düşünme mecburiyetine inandım ama insandan da her zamankinden daha fazla korktum. Artık sözün bittiği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeyim..."
..Her insan hayattaki tüm eylemini kendisi için yapar. Buna kitap okumak ve yazmak da dâhildir. Esas olan kendi insanîliğimizle yüzleşmek ve eksikliklerimizin farkına varabilmek adına ortaya koyduğumuz gayretlerdir. Ahmet Mithat Efendi de sadece üzerinde yaşadığı toprakların değil, asırların birikimine ev sahipliği yapan bir medeniyetin dağılmakta olduğuna şahitlik ederken, tehdit altında gördüğü varlığını/insanîliğini sanatkâr muhayyilesiyle güvenli bir alanda/kimlikte var kılabilmek için çaba sarf etmiştir. Her şeyden evvel kendisi için ortaya konulmuş olan bu gayret, modern dünyanın inşa edildiği bir zaman diliminde öze ilişkin değerleri yitirmeden "yenileşebilmek" adına bütün bir toplumu muhatap alarak dalga dalga yayılmıştır. Bu dalgaların sesi bizlerin bulunduğu sahilden bugün de duyulmaya devam etmektedir...
İnceleme ve araştırma yapmak amacıyla The University of Texas at San Antonio'da "Department of Sociology Laboratory for the Sociology of the Arts, Culture and Communications"dan (SACC) almış olduğum kabul doğrultusunda YÖK bursuyla 12 Ağustos'tan itibaren 1 yıl Amerika'da bulunacağım. Bu süre zarfında rûberû görüşemeyeceğim tüm dostlarıma ve öğrencilerime sağlık, huzur ve başarı diliyorum...
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER 8 Haziran 2012 Cuma günü saat 14.30 ile 15.30 arasında TRT AVAZ Kanalı'nda yayınlanan "Stüdyo Avaz" adlı programa konuk oldu. TRT'nin Ankara stüdyolarında canlı olarak gerçekleştirilen programda İbrahim TÜZER ile "Ölümünün 4. Yılında Cengiz AYTMATOV ve Sanatı" üzerine bir sohbet gerçekleştirildi...
Arka Kapak'tan...: "Mutlak emniyeti elde etmiş olmanın şairin beni'ne kazandırdığı güven, Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar adlı şiir kitabındaki metinlerde bütünüyle kendini hissettirmektedir. Özel bu bakış açısıyla insanların kendilerine sunulanı kolayca kabul ediyor olmalarını, benliklerine yabancılaşarak 'yaşayıp gitme'lerini ve modern dünyanın 'şahsiyet'ler üzerinde kurduğu baskı alanlarını ironiyle karışık bir söyleyişle işaret eder. Burada önemle ayırdına varılması gereken husus, İsmet Özel'in Gecelşeyin Bir Koşu, Evet, İsyan ve Cinayetler Kitabı'ndan bu yana devam eden 'sahicilik arayışı'nın herhangi bir yönelime uğramadan devam ediyor olmasıdır..."
"...Eserlerinde insanın içerisinde yaşamış olduğu toplumla, dünyayla, evrenle olan her türlü ilişkisine temas eden ve bu ilişkiyi yerelden evrensele uzanacak bir biçimde anlatı kurgusunda derinleştiren Cengiz Aytmatov, "Toprak Ana" adlı romanında da savaşın meydana getirmiş olduğu yıkımlara farklı açılardan yaklaşır. "Toprak-İnsan" ilişkisine "Ana" kelimesinin öncelediği metaforik anlam alanı içerisinden dikkat çeken yazar bu olguyu, bıçak gibi saplanarak darmadağın eden "savaş"la birlikte kurgulayarak okura metnin anlamını farklı alanlarda tamamlaması için imkan hazırlar. Burada eserin dikkat çeken önemli bir tarafı da "Toprak Ana"nın bir anlatı kişisi gibi bizzat kurguya katkıda bulunuyor olmasıdır..."
Mustafa Kutlu / Ya Tahammül Ya Sefer… Mustafa Kutlu’nun 1983 yılında yayımladığı “Ya Tahammül Ya Sefer” adlı hikâyesi de “herkes”lerin buraya kadar dikkat çekmeye çalıştığımız özelliklerinin birçoğunu, anlatının imkânları içerisinde işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. İdealleri, davaları, meseleleri ve vazgeçemeyecekleri mukaddesatları olan birtakım gençlerin kurdukları dernekte fedakârca çalışıp çıkardıkları dergilerle gelecek adına umut ortaya koyarken iş’in, eş’in, makam’ın siyaset’in ve para’nın karşısında nasıl birer birer çözüldükleri metaforik bir dille çok güzel ironize edilmektedir...
"Mehmet Akif Ersoy'un Şiirlerinde Ümide Açılan Kapı: Varlık Sancısı" "(...) Mehmet Akif Ersoy da yukarıda işaret etmeye çalıştığımız sanatkâr muhayyilesine ve duyarlılığına sahip olan, varlığının dünya içerisinde nasıl konumlanacağına dair endişe taşıyan bir insandır. İçerisine doğmuş olduğu dünyada, sadece milletinin sıkıntılarını fark etmekle kalmamış kendi beni'ni bütünüyle huzursuzluğa sevk eden karanlık noktaları, çıkmazları ve zedelenmişlikleri bir bir netleştirerek aydınlığa kavuşturmak istemiştir. Şairin bu gayreti, kalbiyle aklının bir bütün olarak hareket etmesine meydan vermiş ve Akif kendi gerçekliğini, diğer bir ifadeyle biyografisini yaşarken akıl ve kalp uyumsuzluğunun varacağı yitim alanlarından da uzak durmuştur..."
"(...) Sırra matuf olabilmek ise biraz da ruhun sesini işitebilmeye bağlıdır. Bu sese kulak veren sanatkâr, sahip olduğu yaratıcı muhayyilesiyle yaşadığı toprakların da içinde bulunduğu toplumun da sesi ve soluğu olur. Sanatkârları, bedenleri toprak altına girse bile, ölümsüz kılan da budur. Nitekim onlar ruhlarına kazandırdıkları ölümsüzlükle aramızda dolaşmaya devam ederler. Tıpkı bu toprakların öz-bilinçli evladı olan Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi…"
... İnsan-Hayat-Anlam / Sanatkâr-Sanat Eseri-Anlamlandırma... geçişliliğini göz önünde bulundurarak buraya kadar işaret etmeye çalıştığımız hususiyetlerinden hareketle; - * İnsanın çıkmazı / trajedisi sadece “modern dönem”lere mi aittir…?? / Ya da insan sadece “modern dönem”lerde mi çıkmaza girer…?? - * Türk Edebiyatı’nın başlangıcından “modern dönem”lere kadar meydana getirilmiş olan sanat eserlerinde “insan” varlık alanlarıyla yer almaz mı…?? ...
...Şairin bu dönemde yazdığı şiirlerinde kullanmış olduğu terminoloji, şiire yüzeysel olarak yaklaşıp onu kelimelerin sözlük anlamlarıyla okumaya çalışanlar için de anlamlandırmaya müsaittir. Fakat Özel’in bu şiirlerini ideolojik bir takım yönsemelerin ışığında okuyanlar her şeyden önce şiiri zaafa uğratmış olmaktadırlar. Radikal imajlarla örülü olan Özel’in bu dönemdeki şiirleri, dünyada bulunuşunu karşılaştığı metinlerle onaylama eğilimde olanlardan ziyade bir rahatsızlık/“farkındalık” dolayısıyla konumunu sorgulama ihtiyacı içinde olanlara yönelik olarak belirmektedir.
...Her insan hayattaki tüm eylemini kendisi için yapar. Buna kitap okumak ve yazmak da dâhildir. Esas olan kendi insanîliğimizle yüzleşmek ve eksikliklerimizin farkına varabilmek adına ortaya koyduğumuz gayretlerdir. Ahmet Mithat Efendi de sadece sahip oldukları toprakların değil, asırların birikimine ev sahipliği yapan bir medeniyetin de dağılmakta olduğuna şahitlik ederken, tehdit altında gördüğü arlığını/insanîliğini sanatkâr muhayyilesiyle güvenli bir alanda/kimlikte var kılabilmek için çaba sarf etmiştir. Her şeyden evvel kendisi için ortaya konulmuş olan bu gayret, modern dünyanın inşa edildiği bir zaman diliminde kendilerine has değerleri yitirmeden "yenileşebilmek" adına bütün bir topluma yayılmaya çalışılmıştır...
"İnsan ruhu ancak içtenlik mekânlarında kendini açar, derin değişim ve dönüşümler ancak içtenlik ortamlarında kapımızı çalar. Mektup, bir tür iç çekiştir; iç konuşmadır; çoğu zaman mektubu başkalarına değil kendimize yazarız. Bu bakımdan mektupları, bireysel varlığımızın açıldığı içtenlik mekânları olarak tanımlayabiliriz; orada olduğumuz gibiyizdir; samimi, içten, sıradan ama kendimiz… Mektupları yazan kadar onu alanların da aynı varlık alanlarını paylaştığını, dolayısı ile karşılıklı bir oluş serüvenine çıktıklarını görürüz. Ama bu oluş serüveni, devam etmesini büyük bir iştiyakla arzu ettiğimiz bir süreçtir..."
“Gırtlağımda bir harf büyüyor buna dayanacağım dişlerim kamaşıyor yıldızlardan buna da” Partizan Dünyada bulunuyor olduğunu fark etmek aynı zamanda varoluşun esasına yönelik bilgilenmenin de ayırtına varmak demektir. Bu farkındalık, insanlara beşeri ihtiyaçlarının ötesine geçerek dünyayı sadece madde planında değil ruhsal alanda da karşılama imkânı tanır. Bu imkânı elde bulunduranlar için ise yaşanılan mekânın da burada vuku bulan yaşanmışlıkların da ayrı anlam değerleri söz konusudur. Dolayısıyla dünyada bulunuyor olduğunu unutarak yaşayan insan, varlığının niteliğiyle ilgilenmeyeceğinden “herkes” gibi sıradanlaşacak ve varoluşuna yönelik algı seviyesinin herhangi bir dirençle karşılaşarak rahatını kaçırmasına izin vermeyecektir. Modern tüketim merkezleri haline gelmiş olan kentler, modern insanın en çok da rahatını önemsediğinden bilincini hedef alır ve Daryush Shayegen’in ifadeleriyle söylersek, onu tutkuları ve tatmin edilmemiş arzularıyla yaşayan yabancılaşmış bir “yaralı bilinç” haline getirir.
"Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. İbrahim TÜZER 1 Kasım 2011 Salı günü saat 10.00 ile 11.30 arasında TRT Turizm ve Belgesel Kanalı'nda yayınlanan "Canlı Yayınlar Odası" adlı programa konuk oldu. TRT'nin İzmir stüdyolarında canlı olarak gerçekleştirilen programda İbrahim TÜZER ile "Sanatkârın 'Memleket Algısı' ve Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri" üzerine bir sohbet gerçekleştirildi. Programın kaydı için...
“Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar?” Oğuz Atay “Gerçekten ciddi olan tek bir sorun var: Hayat, yaşamaya değer mi değmez mi?” Albert Camus
“İyi”yiz. Yani iyiyizdir herhâlde... Kalabalıklar arasında kalan bizler nasıl olduğumuzu, özellikle yalnızlığımızı, belki de "dost"a olan açlığımızdan dolayı, fark edebiliyor muyuz ki? "Dost" tanımının içini dolduran değerler öylesine önemli ve ihtiyaç duyulan değerler ki modern insan, kendine sunulanların değersiz oluşunu bu türden bir “dost”u olmayınca fark edebiliyor ancak. Fakat böylesi bir dostluğun yokluğunu fark etmek de şu zamanda, yürünmesi gereken yolun sonunda elde edilebilecek bir kazanım gibi sanki. Önemli olan ise "yolculuğa" çıkmayı göze alabilmekte... Fakat "dost" meselesinde özellikle benim için durum biraz daha karmaşık gibi. Durumum biraz da şairin kaleme aldığı şu mısralardaki yola koyulmaya çalışan insanın durumuna benziyor:
İnsan, sahici olan ile sanal olanı, öze ilişkin olan ile “mış gibi” olanı ayırt edemez bir hâlde, var olduğunu düşünmeden ve varlıkta olanlara yönelik algı düzeyini elinden kaçırarak, “yaşamak” ile “yaşayıp gitmek” ayrımında hep ikinci tarafta kaldı. Sanal dünyanın sınırlarının alabildiğine genişlemesiyle varlığımızdilimiz de zaman zaman içerisinde yer aldığı “ev”den çıkıp dolaşabileceği, nefes alıp tıkanmışlığını azaltabileceği bir “arka bahçe” kazanmış oldu. Özellikle bilincin herhangi bir forma kayıtlı kalmadan, kendine “genel ağ”ın sayfalarında ifade alanı bulması, dilimizle birlikte ruhumuza da yeni imkân alanları tanıdı.
Gölgelerde büyür yalnızlığım… Sarıverir birdenbire kısırlığı zihnimin düşlerimi. Gölgeler uzar, uzar da sonsuza yol alır. Her uzayan tomurcuk bir umuttur dünyamda. Kesilen, biçilen, kırpılan hayallerdir ama bir tomurcuk yeter hepsinin boy atmasına. Çorak zannedilir evvela her şey. Her şey sadece gözlerle görülendir oysa. (...)
Atatürk Kültür Merkezi ve Ardahan Üniversitesi işbirliğiyle 25-26 Kasım 2011 tarihlerinde, Ardahan'da, "Edebiyatta Yeni Bir Tür: Küçürek Öykü Sempozyumu" gerçekleştirildi. Türkiye'nin birçok üniversitesinden 30 akademisyenin katıldığı sempozyuma 'Küçürek Öykü' türünün Türk Edebiyatı'ndaki en önemli temsilcilerinden yazar Ferid EDGÜ ve Rasim ÖZDENÖREN de iştirak etti. Sözlerine, sahip olduğu algı seviyesiyle hayatı ve burada olup bitenleri yaratıcı muhayyilesiyle dönüştüren, değiştiren, küçürek öykü yazarının da içerisinde bulunduğu sanatkârların insanlık hâlleri karşısındaki tavırlarına kısaca temas ederek başlayan Tüzer, bu bakış açısından hareket etmenin günümüzden 130 yıl evvel kaleme alınmış ve insanların türlü durumlarda düştükleri gülünç belaları konu alan Ahmet Mithat Efendinin "Beliyat-ı Mudhike" adlı eserinin de anlam alanını genişleteceğine dikkat çekti.
(...) Sonuç olarak Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Mürebbiye”si, Batılılaşmayı yanlış anlayan insanların düştükleri durumu işaret ederken her ne kadar kurmaca olan bir âlemin içerisinden okura seslense de 2 asrı aşan Modernleşme maceramızın hangi evrelerden geçerek yol almaya çalıştığını işaret etmesi bakımından önemlidir. (...) Sanat eserinin kurmaca dünyasından sıyrılıp kendi gerçekliğimize yöneldiğimizde sorulması gereken soru belki de şudur: Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın 1899 yılının gerçekliği içerisinde bir sanatkâr hassasiyetiyle fark edip edebî eserin sınırlarına taşıdığı ve oradan da estetize edilmiş gerçeklikle bize ulaştırdığı bu telafisi zor durumlar, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen acaba düzelmiş midir?
Yıllar evvel, yurt dışında öğretmenlik yapan dayımdan gelecek mektubu özlemle bekler, "hasret" elime ulaştığında yatılı okulun çıplak koridorlarında kapıların arkasına değil, mektubun sımsıcak sayfalarına sığınarak okurdum. Dayım her seferinde 'sen de yaz' derdi. Ben cevap yazacak cesareti bulabilmek için mektubu defalarca okur, yazar, fakat gönderemezdim. Kısa süre sonra yazmamın da anlamı kalmadı. 33 yaşında olan dayımın mektubuyla birlikte sesi de kesildi. Bu sefer ben, yurt dışından sımsıcak sayfalar yerine gelen dayımın cansız bedenine sarılmak istedim. Henüz 12 yaşında mektupla çok içerden ve samimi başlayan ilişkimiz böylelikle sona ermiş oldu. Ta ki oğlum İsmail Demircan dünyaya gelip de 4 yaşında bana bir mektup yazana kadar...
(...) Şiiri "kendisini anlatmak" olarak gören şair, "insana ait bütün davranışların, dürtülerin şiirde yansıtılabileceğine" (Uyguner; Sanlı 1982: 8) inanmaktadır. Şiirlerinde Anadolu coğrafyasında yankılanan sesine kimi zaman sevdalarını kimi zaman gurbetlerini; kimi zaman zedelenmişliklerini kimi zaman da umutlarını katarak çoğaltan Cahit Külebi, doğup büyüdüğü toprakları hayatının hiçbir döneminde unutmaz. Henüz "Adamın Biri"yken yazdığı ve insanî kırgınlıkları yaşayıp hüznün ve yalnızlığın girdabını şiirleştirdiği ilk metinlerinden itibaren büyük kentlerin açmazlarından, bedenen olmasa da ruhen bağlı kaldığı "memleket"ini anarak kurtulmaya çalışır. (...)
Korkmuş olduğu şeyin adını belirleyerek neden korktuğunu bilen insan, hiçliğin dehşetinden kendisini uzaklaştırarak dünyadaki varoluşunu da anlamlandırmaya çalışır. Bu anlamlandırma sayesinde o, hayatın ne olduğuna ilişkin “bilinçlenme anı”nı, diğer bir ifadeyle “farkındalık süreci”ni yasamaya başlar. Bu süreçte insan, Martin Heidegger’in iki farklı varoluş biçimi olarak tanımladığı; “var olmayı unutma” durumundan “var olmayı düşünme” (Hühnerfeld 2002: 62) durumuna geçer. Varolmayı unutma durumunda yaşayan kişi, madde dünyasında yaşayan ve hayatın sıradanlığı içerisinde kendini oyalayan kisidir. Bu insan için, korku, özellikle ölüm korkusu, bir tükenisin ifadesidir. Bu alanda olan, “yaşamak”la “yaşayıp gitmek” (İnam 199: 74) arasındaki ayırımda, hep ikinci tarafta durmak zorunda kalır.
2000 YILININ MART AYINDAN BU YANA GÖREV YAPTIĞIM KIRIKKALE ÜNİVERSİTESİ'NİN TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ'NDEN GERİDE BİRÇOK HOCA, DOST, ARKADAŞ VE ÖĞRENCİ BIRAKARAK AYRILDIM...
...İkinci Yeni Şiiri, göçebelikten kurtulup kenti bir yaşam alanı olarak kabul eden insanı merkeze alır. Bu insanın yaşanmışlığını, zedelenmişliğini, mecbur bırakılmışlığını, insanî tarafının geri plâna itilerek modern tüketimin öznesi haline getirilişini şiirselleştiren bir hareket olarak belirmektedir. Bu şiir hareketinin içerisinde yer alan şairler, özellikle 1950 ve 1970 arasında meydana getirdikleri metinlerle, insanî tıkanmışlığı bizzat yaşayan ve kentlileşmeyle birlikte içi boşaltılan yaşam alanlarının huzursuzluğunu hisseden kimselerdir. Benleri etrafında örgülenen ve bireysel varlık alanlarına ulaşmalarına engel olan kente/modern dünyaya ait hususları yine “ben”lerinden hareketle dile getiren II. Yeni şairleri, sözü edilen gayretle aynı zamanda, Modern Türk Şiiri'nin sistemli bir yapı içerisinde kuramsallaşmasına da imkân tanımışlardır...
““Ruhum benim oldukça bu imanla beraber Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler” Süleyman Nazif “Ulvi gayelere müteveccih bulunan emeller hicrana uğrasa da hüsrana uğramaz” Mehmet Akif
"Kentten Medeniyete Yit(mey)en 'Yedinci Oğul: Sezai Karakoç'un Şiirlerinde İnsanî Yabancılaşma'" "...İnsana bitişik durumda olan bir takım değerlerin içinin boşaltılarak anlamdan yoksun bırakılması; bu değerlerin yerine sahte, niteliksiz ve sanal olanın konularak sahiciliğin üzerinin örtülmesi aynı zamanda insanî olana da yabancılaşmak demektir. İnsanî olanın ne olduğunu ve sözü edilen yabancılaşmanın hangi boyutlara ulaştığını fark edebilmek varolma bilinciyle hareket eden, bireysel yaşantısı üzerinde kendi hâkimiyetini kuran, ‘düşünme’ ve ‘hissetme’ yetisini sonuna kadar kullanarak ‘anlamlı bir hayatın sahibi’ olan sanatkârların eserlerine bakmakla mümkündür. Sanat eserleri ise, Umberto Eco’nun ifadeleriyle söylersek “farklı açılardan izlendiği ve algılandığı oranda estetik değer kazanmakta, özgünlüğünü zedelemeden pek çok farklı biçimde algılanıp, yorumlanmaya elverişli olmasıyla açık (bir) yapı” ile karşımıza çıkmaktadır (Eco 2001: 10).
YILDIZIN İSTANBUL’UN ÜZERİNDE PARLADIĞI AN: STEFAN ZWEİG’IN KALEMİNDEN “BİZANS’IN FETHİ” VE TARİHÎ GERÇEKLİĞİN ANLATIDAKİ GÖRÜNÜŞÜ Anlatımdaki canlılık ya da yıldızın söndürüldüğü an: “Açık unutulan Kerkaporta Kapısı” “…İstanbul’un fethi gibi sadece tarihin değil insanlığın da seyrini etkileyen bir olayı edebî metnin kurmaca alanında yeniden üreten Stefan Zweig, eserinin önsözünde “tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim” (Zweig 1995: 10) demektedir. Fakat yazarın metninde kurguya dönüşen tarihsel gerçeklikle, Bizans ve Türk kaynaklarında İstanbul’un fethine ilişkin yer alan bilgilerde farklılıklar vardır. Yazarın anlatımını orijinal ve canlı tutmak adına tarihî bir vakanın özüne ilişkin yapısını değiştirmeden şahsi ve yaratıcı olabileceğini yukarıda ifade etmiştik. Zweig’ın “Bizans’ın Fethi”ni orijinal ve akıcı anlatımından sonra en nihayetinde surların içerisinde açık unutulan “Kerkaporta Kapısı”na bağlaması tarihî gerçeklikle örtüşmemektedir:
"Mardin'den Midyat'a, Batman'dan Hasankeyf'e, Şırnak'tan Uludere'ye uzanan kısa fakat dolu dolu geçen bir seyahatim oldu. Memleketimin her tarafının kendine has ayrı bir güzelliği olduğunu bir kez daha görmüş oldum... Bir yanımda Cudi, diğer yanımda Gabar Dağı uzanırken ve bu geçit vermeyen koca dağların birleştiği “Kasrık Geçidi” sadece Cizre’yi Şırnak’a değil gönüllerin de birbirine bağlanması için iyice alçalmış ve daralmışken ben de ben’imdeki tüm yüklerimden sıyrılmak ve hafiflemek istedim..."
“Hakikaten ben bu dünyanın adamı değilim…” Dünyada bulunuyor olduğunu fark ederek yaşayan insan, canlılardan eşyaya varıncaya kadar tüm davranış biçimlerini denetim altında tutar ve her yaptığı eylemin anlamı üzerine bir düşünme biçimi geliştirir. İnsanın kendi varlık alanlarına doğru hareket ederken önemli bir kazanım olarak beliren bu düşünme biçimi, aynı zamanda insanın sahip olduğu potansiyelin de açığa çıkmasına imkân tanır. Nitekim insan, yaratılışı itibariyle kendisine bitişik bulunan potansiyelini fark edip onu açığa çıkardığı ölçüde varoluşunu da anlamlandırmakta ya da Irvın Yalom’un “varoluşsal suçluluk” adını verdiği duyguyu yaşamaya başlamaktadır.
I. İnsan yaşamının esas gayesi, kendi karanlıklarını aydınlığa çıkarmak, eksikliklerini tamamlayarak zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmak ve kendini tedavi etmektir. İnsan, bunu başarabilmek için dünyayı, merkezine kendisini koyarak yeniden, “tamam” eder. Carl Gustav Jung, bu duruma “dünyayı tamam-etme eylemi” (Jung 2003: 9) adını verirken, bunu başarabilen insanı da “yeniden doğuş” (Jung 2003: 46–77) arketipi ile açıklar. Bu sürecin yaşanmasında en önemli etken, insanın sahip olduğu “ontolojik” kimliğidir. Jung’un ele almış olduğu “yeniden doğuş” kavramı, insanların çevresinde olan nesnelerle baş edebilmesi için ruhuna kazandırdığı genişliği ve bunun için de geçirdikleri öznel değişim ile içsel dönüşümü ifade etmektedir.
"İçimdekinin ve benle beraber olanın, belki de hiçbir zaman dile gelip söze dökülemeyecek olanın elbette yirmidokuz harfle açığa çıkarılması benim açımdan mümkün değil. Ben her zaman otuzuncu harfimi arıyorum aslında. Kimi zaman gecenin bir karanlığında, kimi zaman çok neşeli kalabalıklar içinde. Kimi zaman unutulmuşluğun sınırında, kimi zaman çoşkunluğun burcunda. Arıyorum... Ve bulunsun istemiyorum. Onu bulduğumda diğer yirmidokuzu gibi sıradanlaşacağından, eskiyip anlamsızlaşacağından korkuyorum. Belki bu aramakla diri kalınacağına olan inanç ayakta tutuyor beni. Hep olsun istiyorum bir otuzuncu harfim. Kaçacağım, sığınacağım, korkacağım bir otuzuncuharf…"
Türkiye’nin en sıra dışı şairlerinden biri İsmet Özel. Edebiyat dünyasının en yaratıcı ve en ilginç isimlerinden biri olduğu şüphe götürmez. Bu usta şairle ilgili bir kitap yazan Yard. Doç. Dr. İbrahim Tüzer, İsmet Özel’i anlattı. İsmet Özel’in ilk şiirinin Kastamonu’da eğitim gördüğü ilkokulun gazetesinde yayınladığını anlatan Tüzer, daha sonra usta şairin gençlik dönemindeki şiirlerine ve üslübuna değindi. İsmet Özel’in zaman zaman modern Türk şiirinin temsilcisi sayılan ve Turgut Uyar, Edip Cansever ve Sezai Karakoç gibi isimlerin temsil İkinci Yeni’yi eleştirdiğini ancak daha sonra bu akımla yakınlaştığını kabul ettiğini dile getiren Tüzer, daha sonra İsmet Özel’in Ataol Behramoğlu ile birlikte Halkın Dostları adlı edebiyat dergisini çıkardığını belirtti.
Yalçın Küçük, yakın zamanda Çöküş (Mızrak Yayınları, İstanbul 2010) adlı bir kitap yayınladı. Bu kitabında büyük ölçüde Mehmet Âkif hakkında akıl almaz iftiralarda bulunuyor. Bunlar elbette herkesin gülüp geçeceği saçmalıklar; ama meseleyi bilmeyenlerin kafası karışabilir. O yüzden biz Mehmet Âkif ve İstiklal Marşı gerçeğini bu vesileyle bir kez daha aydınlatmak istiyoruz."
Uzun süredir Zileli şair merhum Cahit Külebi'nin naşının Ankara'dan Niksar'a taşınmasıyla ilgili çıkan haberler çevresinde ortaya konan tartışmaları ilgiyle takip ediyorum. Benim de doğup büyüdüğüm, havasından ve suyundan istifade ettiğim, her ayrılışımda gönlümün de diğer yarısını bıraktığım memleketimden Cahit Külebi, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Aşık Sadık Doğanay ve daha bir çok sanatkarın yetişmiş olması, toprağımla aramda kurmuş olduğum aidiyeti bir kat daha arttırıyor.... Yazının devamını okumak için tıklayınız...
Özet: Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından başlatılan ve başta Ömer Seyfettin olmak üzere Celâl Sahir, Süleyman Nazif gibi sanatkârlar tarafından tenkit edilen Nev-Yunânîlik akımı, diğer bir ifadeyle Eski Yunan ve Lâtin’e duyulan ilgi, edebiyatımıza farklı fikir ve anlayışların gelmesi bakımından önem arz etmektedir. Devrin aydınlarının beslendiği kaynakları anlayabilmemize de imkân veren bu hareket, Cumhuriyetten sonra da birçok yazar ve şairin ilgi alanı olmaya devam etmiştir. Bu makalede, sözü edilen Eski Yunan ve Lâtin’e dönüş fikrinin genel hatlarıyla hususiyetleri ve Yahya Kemal ile Yakup Kadri merkezli ortaya çıkışı üzerinde durulmakta; esas olarak da “Boykotaj Düşmanı” adlı hikâyesinden hareketle Ömer Seyfettin’in bu edebî harekete yönelik eleştirileri işaret edilmeye çalışılmaktadır.
"...İncelememizin buraya kadar olan kısmının bir tanıtım yazısına benzediğinin farkındayım. Lakin kitabı okumayanlar için hem bir fikir vermesi hem de Reşit Güngör Kalkan’ın Üç Mesele etrafında söyledikleri hariç tutulursa İbrahim Tüzer’in kitabının mikro planda (üstelik çoğu zaman yanlışlarla dolu) bir kopyası olduğu okuyucu tarafından daha rahat olarak görülsün istedim. Çalışma metodu olarak şüphesiz, birbirine benzeyen yüzlerce kitap olabilir. Lakin aşağıda örneklendirilen ve arzu edenler için çoğaltılabilecek olan bu benzerlikler, sanırım insanoğlunun yeryüzüne indirilişi ile başlayan sanatın ve ardından ayrılmayan kopyalamanın hız kesmeden devam etmekte olduğunu gösteriyor.... (s.28)
(...) Dalaksız Nikola ve onunla aynı hikâyede yer alan bu türden insanların kurgudan yansıyan gerçeklikleri, aslında tüm insanlığa yönelen bir tür öz’e/insanîliğe dönüş çağrısı olarak da okunabilmektedir. Nitekim zaman değişmiş asır başkalaşmış olsa da bu çağrı, asırlar evvel Mevlana’nın “Ger berîz-i bahr râ der kûzeî / Çend günced kısmet-i yek rûzeî” - Denizi bir kâseye dökecek olsan, ne kadar sığar? -Kâse kadar…- Onun için kişinin dünya malı doldurması ancak bir günlük rızkı kadardır” şeklinde dile getirdiği hakikatle ışımaya devam etmektedir.
Makalemin sonuç kısmı üzerine düşünürken bilgisayar ekranıma Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde hunharca katledilen 6’sı çocuk 16’sı kadın 44 tane insanın ölüm haberi geldi. Kadınlardan 3’ü ise hamileydi. Hayatlarının en mutlu gününü kutlamak için düğün evinde bir araya gelen ve aynı soyadını taşıyan 44 insanın üzerine, (aslında 47 can) yine aynı soyadını taşıyan akrabaları tarafından otomatik silahlarla ölüm kusulmuştu. Bu vahşetin anlamı ve böyle bir ölümü 47 insana reva gören zihniyet üzerine düşündüm. Hiçbir geçer yanı, insanlıkla, varoluşumuzun yapısıyla örtüşen hiçbir tarafı yoktu. Maalesef asırlar öncesinden mesajını bizlere ulaştırmaya çalışan Kassandra’nın kehaneti yine tutmuş; insanlığın atalarından tevarüs ettiği “kötülük” yine galip gelmişti.
Türk Yurdu Dergisi, 2009 Kasım Sayısında... "8 Mayıs 1999 Cumartesi günü Yavuz Bülent BAKİLER’le İstanbul’da yaşadığı evinde çok sıcak bir söyleşimiz olmuştu. O tarihte Fırat Üniversitesi’nin, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü son sınıf öğrencisi olarak Türkoloji’nin gönlümüzde estirdiği rüzgârlara kapılıp gidiyor; Bakiler’in şiirleriyle soluklanmak için Elâzığ’dan kalkıp İstanbul’a geliyorduk.Bu topraklardan belleklerine ve yüreklerine sinen kodlarla şiir yazıp söyleyen şairleri, onlar hayattayken tanımak ve seslerine kulak vermek o dönemlerde çok daha anlamlıydı.Şimdilerde ise bilgisayarın soğuk camının arkasındaki derme-çatma sanal sözlüklerde aranıyor hakikatler. Aslı varken sanal olanın yıpratıcılığına ve anlamdan yoksun kılınışına kapılmadan, söyleşimizi kişisel arşivimizde saklamaya gönlümüz daha fazla el vermedi. Üzerinden yıllar geçse de aynı gerçekliğe işaret eden şairin ifadelerini sizlerle paylaşıyor ve Yavuz Bülent BAKİLER’in etraflı bir biçimde tanınmasını ümit ediyoruz...
Yayınlarım...